Varoluşun İzinde: Edebiyatla Yolculuğum
- Gehva
- 25 Eki 2024
- 7 dakikada okunur

Merhaba, ben Gehva. Bu ilk yazım. Yazı yazmaya başlarken konu seçemedim; karar vermem, kâğıda dökmem gerekliydi. Benliğim, hiç duraklamadan tepki vererek varoluşsal kriz yaşadı. Çok temel sorularla çığ büyüdü: Niye yazıyorsun? Neden yazmak istiyorsun? Sen kimsin? Vesaire gibi. Ben de bu sancıdan karar vererek kurtuldum, ufak bir bilgiyi hatırlayarak yazılı anlatım kuralı no 2: Sorunu tespit et ve yaz.
Varoluşsal krizi bir tek benim yaşamadığımı, maalesef özel olmadığımı ve süper gücümün düşünmek, kendi kendime konuşmak olmadığını artık biliyorum - uzun yıllar öyle sandım. Bu krizi sizinle paylaşmak isterim ki benden çıksın. Bunun için size bir check-list hazırladım: Ne kadar varoluşçu bir karaktersiniz? Listesi. Kusura bakmayın, test şeklinde ilerlemeyeceğiz. Varoluşçu felsefenin edebiyata yansımalarına bakacağız; bir analizi paylaşacağım, şairlerden örnekler gelecek. Siz kendinizi kontrol edip ya farkındalık yaşayacak ya da bilginizi tasdiklemiş olacaksınız. Çok isteyen, illa paylaşmak istiyorum, sen de benim krizimi dinle diyenler mail atabilir. Mustafa Kurt’un roman ve hikâye karakterlerinde varoluşçuluğun yansımalarını ana çizgileriyle tespit etmiştir; bu ayrımlar ışığında ilerleyeceğim. Siz de roman ve hikâye karakteri sayılacağınızdan bu maddeler uyar, diye düşünüyorum.
1. Sorumluluk sahibi, hiçbir değere dayanmayan özgür bir birey söz konusudur.
Özgürlük, varoluşçu felsefeye göre seçim yapmak, seçim yapabilmek, ben olmak demektir. Bakınca güzel gelse de özgürlük, bunaltıyı beraberinde getirir. Kierkegaard’a göre “özgürlük, bir seçim yapmayı seçmek demektir. Bu seçim sayesinde nesneleşmekten insan kurtulur.” Ama seçim yapmak sorumluluğu altında ezilen insan, bu defa kaygı ile uğraşmak zorundadır. “Kaygı, seçimler dünyasından bene geçiş sürecinde bireyin özgür seçimlerini gerçekleştirebilmesi için bilinci uyanık tutan bir durumdur.” Yani kaygı iyidir. Yalom, seçimleri ürkütücü olarak tanımlamaktadır: “‘Özgürlük’ altımızda bir zeminin olmadığı anlamına gelmektedir; altımızda hiçbir şey yoktur, sadece bir boşluk, bir uçurum vardır.”
Sartre’a göre “özgürlük, insanın sahip olduğu bir şey değil, onun varlığının temel şartıdır. Bundan dolayı insan bizatihi özgürlüktür.” Özgürlüğe ise bunaltı ile varılır. Buna göre hiçlik, özgürlük ve bunaltı arasında sıkı bir ilişki bulunur. Sorumluluk da bu seçimlerle gelir; insan kendi hayatının yazarıdır. Bize zorunluluk yükleyen değerler, toplum gibi kavramlardan özgürce kendi seçimlerimizle sıyrılabiliriz. Unutmayın, varoluşçuluk eşittir birey; önemli. Kendini gerçekleştirmeyi varoluşçular “kişinin merkezde olduğu ve her yönüyle sorumluluk alarak kendini gerçekleştirdiği etkin bir yaşam” olarak niteler.
Kendini seçen varoluşçu insan, aynı zamanda kendi yazgısını da seçmiş olmaktadır. Bir başka deyişle, insan her ne ise o değil, her ne olmuşsa odur. Yani, “insan kendi hayatından başka bir şey değildir.” Kadersel bir durum söz konusu değildir. O zaman bu varoluşçu karakter kendini suçlamaya meyilli olmaz mı? Zeminsizliğin suçunu Tanrıdan isyanla değil de kendi suçluluk psikolojisinde aramaz mı? Umarım seçimler konusunda özgür, sonuçlar konusunda kadercisinizdir; çünkü buradan bakınca her şeyin sorumlusu benim düşüncesi, iyilikten çok zarar gibi.
İnsan ucu açık bir varlıktır. “Sartre’ın geleceğe dönük bıraktığı bu boşluk, insanın kendisi tarafından, seçimleri ile doldurulmak durumundadır.” Bu bahis biraz uzun sürdü; özgürlük, seçim ve bunaltının iç içe olduğunu, bize sorumluluk verdiğini anladığımıza göre Melih Cevdet Anday’ın bu yükü ve yarını nasıl gördüğüne bakalım:
“Bu akşam da gönlümüzce bitmediyse gün,
Demek tümü bizim omuzlarımızda yükün.
Gelin buna bir çare bulalım,
Bunca olduğumuz gayrı yetmiyor.
Yarın daha iyi adam olalım,
Yarın daha sağlam, daha akıllı,
Yarın daha sevdalı, daha haklı.
Günün bize bağlı olduğunu bilelim.”
“Varoluş özden önce gelir.” Sartre bu sözü şöyle açıklar: “Şunu demek istiyoruz: İnsan önce var olur, bir geleceğe doğru atılan ve bu atılışın bilincine varan bir varlık olarak ortaya çıkar. Bir yosun, bir karnabahar ya da çürümüş bir nesne değildir o; öznel olarak kendini yaşayan bir tasarıdır; bu tasarıdan önce anılacak hiçbir şey yoktur.”
Özdemir Asaf “varoluş özden önce gelir” düşüncesini şiirinde şöyle işler:
“Kuşlar uçmak için doğmuş;
Kemiklerinin boş olmasından anlıyoruz.
Açık ve bilinen bir yönü yok insanların.
Onu biz yaratıyoruz.”
Necip Fazıl Çile şiirinde ‘kendi kafatasını kusan’ kendini yaratan, özünü parçalayan bu çile varoluşsaldır; yükü de ‘kelebeğin sırtına verilmiş kaf dağı’ kadardır.
“Bir zerreciğim ki, Arş'a gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı!”
Modern çağda farkındalık yaşayamamış, kendine ulaşamamış insan artık nesneleşmekten kurtulamaz. Bu çağ, bu ademi edilgenleştirir. Edip Cansever bu insanı bükülmüş teneke olarak betimler:
“Bu aşkın, bu ayıbın, bu insanın bilinişi,
Bu duymak, bu düşünmek, bu yüksünmek insanda,
Bu toplum içinde, bu toplum dışında,
Bu sizin durumunuz, bu tabiattaki iş,
Bu akılsız çiçek,
Bu bilisiz ağaç,
Bu düpedüz ileri görüş,
Bu su, bu nehir, bu rüzgâr,
Bu taş, bu bulut, bu hava,
Bu bilinen, bu bilinmeyen,
Bu İsa’dan önce, bu İsa’dan sonra.
İşte bu yeninin yenisi insan,
Dizilmiş kutu,
Bükülmüş teneke,
Alüminyum dükkân.”
Şükrü Erbaş’ın şiirini güzel bir ‘biz yaptık’ eleştirisi olduğu için ekledim. Yazar benim hehe.
“Eskiden, çok eskiden,
Tanrımız yoktu. Korkumuz yoktu.
Günahımız yoktu. Yapraklar gibiydik.
Öpüşler gibiydik. Köpükler gibiydik.
Yapamadık. Güzellik boğdu.
İyilik zayıf düşürdü hepimizi.
İçimizden birisini göklerin ardına gönderdik.
Şimdi hepimiz huzurla birbirimize kötülük ediyoruz.
Şimdi hepimiz korkuyla acımızı seviyoruz.
Şimdi hepimiz dünyayı bir tanrıya değiştik.
Şimdi hepimiz cehenneme dua ediyoruz.”
Kişiliği belirleyen şey tercihler ve bu yöndeki eylemleridir. Değerler ise seçmeyi karar verirsen var olur. Ahmet Oktay, "Bir Soruyu Duymak" şiirinde bunu şöyle ifade eder:
“Edimdir belirleyen bizi,
Gövdenin onmaz deliliğini
Ve yüreğin erkekliğini.
Onu öldürebilirdim ya da kendimi;
İnsan bir karar verir, sokağa çıkar.” (Oktay, 1998: 106)
2. Bireyin içinde bulunduğu dünyaya atılmıştır ve burada tek başınadır.
Tanrı’ya inananların geri dönüşü beklediği dünya hayatı, inanmayanlar için trajik bir oluşumdur. Çünkü bu dünyaya kendi istekleri dışında, irade dışı gönderilmiştir. Sartre, bu atılmışlığın getirdiği yalnızlığa, yaradılıştan gelen bu kimsesizliğe ‘boşluk’ derken; Camus ‘absürd’ diye adlandırır. İnsanın dünyada herhangi bir dayanağı bulunmaz. Bundan dolayı o ‘saçma’ bir dünyada yaşamak zorundadır. Böyle bir dünyada her an ölümle yüz yüzedir. Tanrı’nın yokluğunda insanın kendine soracağı ‘niçin varım’ sorusunun da mantıksal bir izahı bulunmaz. İnsan, anlamı varmış gibi niçin varım demeden de duramaz.
Asaf Halet Çelebi “İçimden” şiirinde bu fırlatılmışlığı anlatır:
“Dünyalar kuruldu, dünyalarda şehirler kuruldu
Ve birden kendimi bir şehirde buldum,
Yaşayan ve ölen insanlardan,
Kendimi bir şehirde buldum,
Karanlık yollarda yürüdüm,
Yarı aydınlık yerlerde oturdum.”
Edip Cansever “Dökümcü Niko ve Arkadaşları” şiirinde dünyaya gelişin acısını ölümle eş tutar:
“Bir yaradılış gibiydi ölüm, bana hiç danışmadan
Ve müthiş bir boğuntudan doğmuş gibiydi.”
Oktay Rıfat bu yalnızlığı “üşüyorum” diyerek açıklar:
“Bakıyorum, ne yeteri kadar ağacım,
Ne çakılım, ne insanım yeteri kadar.
Türlü giysilerle çıplağım, üşüyorum.”
Dünyaya bırakılmışlık yanında bunaltıyı, umutsuzluğu ve kısır döngü içinde acı çekmeyi getirir. İlhan Berk bu hissini “Ivi Stangali” şiirinde ifade eder:
“Her şeyimiz alınmış bir dünyadaydık,
Umutsuzduk, yitiklik. [...]
Baksak nereden,
Ufuk yitik, ütüktü.”
Anday ise bu bunaltısını “dinmez acıyım ben” diye aktarır; bu dünyada karanlık çiçeğiyle avunduğunu söyler:
“Dinmez acıyım ben, ağaçlar sağırdır.
Sabahın damıtılmış çeliği avutamaz beni,
Kandıramaz kargılarla kavuşan gün boşuna;
Okudum toprağın suyun hikâyesini,
Ölümle doğumun saf hikâyesini,
Âmâ kolluğu gibi üç benekli Karanlık Çiçeğini buldum ormanda.
Boşuna denizin ıssız bayrağı,
Görünüyü yuvasına götüren kuş,
Gökte ayın ağır kilidi boşuna.”
Turgut Uyar dünya yalnızlığını şöyle ifade eder:
“Dünyaya alışmadım,
Kuru güller gibi yersiz ve inceydim biraz.
Hep bunu duydum.
Bunu yaşadım.
Pastanelerde, şurda burda.”
Edip Cansever ise dünyada Tanrıdan mahrum, bu aciz ilerleyişimizi şöyle dile getirir:
“İşte her bakımdan kendini arıyordu biri,
Şaşırmış arıyordu — ben miydim, neydim —
Yıkılmış, bunalmış, sürgün içinde
Kendini arıyordu, aynı renk, aynı biçimdeki kendini.
İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli.”
Varoluşun nedenlerini deşelerken akılla izah bulamayınca daha çok içe kapanarak bunalıma giren insanı Edip Cansever şöyle dillendirir:
“Unutulmuş gibiyim ben.
Ve insan
Bir bakıma unutulmuş gibidir.
Bilmem ki, nasıl anlatmalı, yalnız bile değilim.
Belki de yalnızlıktan
Daha fazla bir şey bu.”
Yukarıda açıkladığımız kendi kendini yaratmayı şair, kendi kendimizin tanrısı olmak zorunda kaldığımızı söyler:
“Hepimiz tanrı kaldık, kimse mutluyum demesin.”
3. Birey yalnız, bunalımlı bir kimlikte insanlara ve çevresine karşı yabancılaşmıştır.
Varoluşçuluğa göre insan, atıldığı dünyada ruhun isteklerini karşılayamaz. Dediğim gibi, dayanaksızız, atılmışız; bu sebepten bunalıyoruz. Ruhu için dünyada dayanak araması onu daha çok bunalıma sokmaya mahkûm eder. Neden mahkûmdur, neden ruhuna dayanak yoktur diye sorabilirsiniz; nedeni anlamsızlık, nedeni aklın ve ruhun bu dünyaya geliş amacının olmayışı; bundan öte insanın sonlu oluşu başlı başına bir bunalımdır. Bunu amaçsız yaradılışında ararsa bu sebeple her seferinde başarısız olur; ancak kendinde arar, kendisi bir anlam yaratırsa dünyada kendi kendine dayanak bulmuş olur. Yani insan kendi benini yaratmalıdır. Eğer yaratamazsa, toplumun onun için biçtiği sıfatlarda sıkışır kalır. Bu da modern insanın yaşadığı yabancılaşma denilen kavramı oluşturur; kendi beninden uzaklaşma.
Herkes gibi hissettirilen, neye inanacağı söylenen, her gün ona verilmiş şeyleri yaşayan insan kendine yabancılaşır. Yabancılaşmaktan kurtulmanın yolu önce farkındalıktan geçer, der filozoflar. Kaygının doğru yönlendirilmesiyle içi boşalmış çağdan kendini kurtarma başlar. Melih Cevdet Anday şiirinde yabancılaşmasını bize şöyle hissettirir:
“Bağlantısız bir düzende oradan oraya,
Koştukça artıyordu yalnızlığım.
Bir dinothorium'un gözünden baktım
Kendime - Ne çılgınlık! - yabancı ve uzak.
Denizi köklerinden çıkarmış da
Sallıyordu gagasında bir martı.
Rüzgâr tüyleniyordu bir kuşta,
Yavaş yavaş yoğunlaşarak,
Gök gürültüsü az sonra artık ağaçtı.”
Yeterince varoluşçuluğu anladığımıza göre, bundan sonraki maddeleri biraz cimrilik yaparak şiirsiz vereceğim; çünkü Mustafa Kurt’un yaptığı ayrım daha net ve ayrıntılı hale geliyor. Ben biraz kendi anladığımı size özetleyerek ekleyeceğim.
5. Kaderiniz yok. Kendini seçimlerinle var edersin, kendi ölümünü belirlemek dahil.
6. “Romanlara konu edilen kişilerin alışılagelmiş anlamda bir adı yoktur; ancak ona bir ad verilmişse bile bu, ona başkalarının yüklediği bir değerdir ve bu değerin birey için bir anlamı yoktur.” Mesela ben bu maddeden tam not aldım; çünkü tanıtırken mahlas kullandım.
7. Öz değil, varoluş önemlidir. Kendi yapıp etmelerinle bu dünyada yaşarsın; doğumunda gelen özle değil. Hikayeni kendin yazarak özünü kendin bulursun. Bu sebeple toplumun ve inanç sistemlerinin sunduğu tüm değerleri reddeder. ‘İşte şu an buradayım, ne öncesi ne de sonrası beni ilgilendirir.’ düşüncesi hâkimdir. İnançsızlık çizgisinde yalpalayan bir inanış, sorgulayıcılık vardır - yukarıdaki şiirlerde görmüştük - ya da tamamen nihilizm, inançsızlık söz konusudur.
8. Toplumun koyduğu hukuk kuralları da hiçe sayılır; çünkü toplumdan kopuksunuz. Bu maddeden umarım eksi almışsınızdır.
9. Kendi sorumluluğunuzu yüklenme ve toplumdan kopukluk bunalım getirir. Aynı kopukluk yabancılaşmayı doğurur. En zor olanı yaparak kendilik bilincine ulaşmaya çalışılır. Bu noktada öteki ve başkasının varlığı, bir nevi zıttınla yüzleşme, kendini bulmada yardımcı olur.
10.“Roman kişisinin sorguladığı en önemli kavramlardan biri de anlam ve anlamsızlık sorunudur.” Hayatın anlamı, anlamsızlığı veya doğruluğu ve yanlışlığı hakkında hüküm verilmemelidir. Her hayat kendine özgüdür. Hayatlar yargılanmamalı; anlamaya çalışılmalıdır. Hayatın, toplumun dediği gibi belirli bir anlamı yoktur; anlamsızlık da hayatın anlamı olabilir. “Hayatı anlama çabasında çoğu zaman bize akıl da yardımcı olmayabilir. Çünkü insan aklı, varlığı ve olayları her zaman anlayamaz; sezgi ve duyularımız da en az akıl kadar yol göstericidir.”
Testiniz nasıl geçti? Bu maddelerden tam puan aldığınız için üzülmem mi gerekir? Bunu düşüneceğim. Görüşmek üzere.
Kaynak
Alıntıların tümü, Samet Çakmaker’in “1950-70 Arası Türk Şiirinde Varoluşçuluğun Görünümleri” adlı doktora tezindendir.
Yararlandığım diğer kaynaklar:
- Mustafa Kurt, Varoluşçuluğun Türk Edebiyatına Girişi ve İlk Etkileri
- Mustafa Aydemir, Varoluşçuluk Bağlamında Savaşın Edebiyata Yansıması: Özgürlük Yolları - Cengiz Karataş, Ana Çizgileriyle Varoluşçuluk ve Türk Edebiyatı ve Fikir Hayatındaki Yansımalarına Bir Bakış
Comments